Bazen gözyaşlarım benden önce oturur yazımın başına. Yoklukla terbiye olundum ben. Takip eden haftalarda, aylarda ve yıllarda ve yıllarca idrak edeceğim her ne ise önce onun yokluğuyla kıvranırım.

Çay bardağımı tabağına koymamın şiddetinden çıkan sesin kabalığı örneğin; sonra düşüncelerimin hoyratlığı; yalnız olduğumda alelacele yutulan lokmalar; gereksiz uzattığım cümleler, kendini övmeler ile ustalıkla bezenmiş konuşmalarımdaki monolog havası ve benzer binlerce eylem bir şeylerin eksik olduğunu hissettirir önce; öyle bir eksiklik ki, ağlatır; âdetâ bir bilgisayar “arkaplanı” gibi beni takip eder. Sonra bir gün, bir an eksik olanın ismi düşer önüme; örneğin yukarıdaki sorgulamada eksikliğini hissettiren nitelik, “zarafet” idi.

Bazen, eksik olanın ne olduğunu anlamak yıllarımı alır. Bir kez bulduktan sonra, başlarım bu sıfatı evimde, aşımda, işimde, düşüncemde, ruhumda, eylemimde konuk etmeye; yerleşmeye ikna oluncaya kadar rahat vermem, vazgeçemem. Kendinden menkul iyi sıfatlı kendime, lâ demeye mahkumken; düşüncelerine dönüp bakıp, olumsuzlama yapamadığında, nefesinin kesildiğini hissederken vazgeçmek de ne ola ki! Süreçlerin, sonuçların içeriği olduğunu, birinci elden deneyimleyip dururken anladım felsefenin anlatmak istediklerini.

Sonra, Avarelvâri, Puikgilimsi, Don Kişot tadında bir yanım da vardır. Tanrı’nın ilgilenmeye değer bulduğu tek yönüm belki de; yoksa, onları her gece sorguya çeken kötü kraliçenin gazabından kim koruyabilirdi bu zavallıları.

Tanrı’yla da kavgalıyım ben; Tanrı ile didişmeyenin Allah’ı olamayacağına inananlardanım. Hep bir hodri meydan, nârâ atan, boyundan büyük kılıcı sağa sola takıldığından düşüp duran; her savaşta yenildiğinden, kendini artık izlememesi için Tanrı’ya  yalvaran.

En sevdiğim şeyse, insan gözüne bakmaktır; olanaklı ise orada kaybolmak, gözbebeklerinden içeri çekildiğim kara nura kendimi bırakmak. İnsan gerektir buna, yaşayan insan. Polyanna’mı hiç kırmam, gönlümün düştüğü herkese inanırım. Goethe, bir kez, “İnsan, kendini, yalnızca insanda tanır” demişti bana. Ona çok inandım, çırılçıplak soyunmaya hazır oldum. Bir de Hegel, “İnsan olmak, anlaşmakta diretmektir” gibi bir şey mırıldanmıştı şarabını yudumlarken. Ne demek istediğini sorduğumda, açıklama yapmaya çalışarak, Château Haut-Brion’unu ziyan etmeyeceğini imâ eden bir bakış fırlatmıştı.

Bir sabah, dedem İsmail Emre, kahvelerimizi yudumlarken, “Evlât, bir zerrenin bile dışarıda kaldığı tevhîd, tevhîd değildir” demişti. Açıklamasını rica ettiydim, kaygı, benliğimi hemen sarmıştı zirâ; çünkü, ben, değil bir zerreyi, kişileri, toplulukları, ülkeleri dışarıda bırakıyor burun kıvırıyordum, kimseyi beğenmiyordum. Açıklama yapmayacağını, öne eğilip başımı şefkatle okşamasından anlamıştım. Edepsiz bir günümdü: “Dede” dedim, “Açıklar mısın lütfen? Niçin, bir zen ustası gibi koan fırlatıyorsun şu huysuz, hadsiz aklıma?” Sesli ama lâtif bir kahkaha atmış; sonra, belli ki, o en huzurda olduğu şeye, sessizliğe gömülmüştü. Dedim ya, sevdiğime inanırım, hiç sorgulamam; dedemi, yüreğimi parçalayan bir sevgi ile seviyordum ama böylesi bir tevhîdin olanaklı olabileceğini aklım hiç almıyordu. Bütünlük, tamamlanmışlık gibi olguların, benden fersah fersah uzakta olduğunu düşünüp, başka bir şeye yoğunlaşamıyordum. Sorunun yanıtı kimsede yoktu: “Tevhîd zor iş” “Ah ki, ne Ah!” filân gibi yanıtlar alıyor, giderek bileniyordum. O zamanlar, tanıdığım bir bilge yoktu; yanıtını aklen de olsa alabileceğim bir felsefe kitabını okutacak kadar felsefe sevgisiyse hiç yoktu. İnsan için olanaklı olmasa dedem bunu bana söylemezdi diyor; geriye dönüşü olmayan bir öykünmeye girdiğimi hissediyordum. O yıllarda, bir gün, Lütfi Filiz’in, “Noktanın Sonsuzluğu” adlı kitabını okurken, “Tuzlaya kedi kılı düşse tevhîd olmaz” tümcesini okuduğum zaman içime saplanan mızrağın verdiği acıyı hâlâ hatırlarım.

Uzatmayayım, bu sorunun yanıtını vermem, tam iki yılımı aldı: zerre, bendim! Kâinatta, her şey yolundaydı, zihnim dışında.

Dışarıda kalanın, zerrenin ben olduğunu anlamamla ilişkilerimdeki tutumum değişti. Zekice yapılmış iki analizle, paramparça edip ardımda bıraktığım ilişkilerin vicdan azabıyla, uzun süre kavruldum. Uzun yıllar, değişmesi gerekenin, karşımdaki değil de “ben” olması gerektiğini unutmamaya çalışarak; alttan alarak, çatışmalar içindeki “ben”i cesurca eleştirerek; kontrol hastalığını küserek ortaya koyan korkak kişilere, “ne olur küsmeyelim” diye yalvararak; karşımdakinin tonlarca ağırlıktaki pek çok kabalığa karşın “özür dileyerek” yaklaştım. Bunları, hep o “zerre” uğruna yaptım. Bir çatışma içindeysem, “zerrece haksız değilim” diyemedim. Kendi nefs köpeğimi bağlı tutmaktan sorumlu olmak kolaydı; zor olan, karşımdakinin köpeğini havlatmamaktı ve bunun sorumluluğu bana aitti. Dostluk için, hakikisi için yıllarca paramparça olduktan sonra şaşırtıcı bir şey oldu: Dostluk kurma çabam kalmadı, derin bir sessizlik bıraktı ardında; dünyamdaki tüm yalanları da peşine takıp gitti. Karşılaştığım her insanda Tanrısal bir yan olduğunu biliyor, O’na sığınıyorum.